-
-
-
- Kayıt Tarihi
03 Oca 2015 00:00:00
- Çevrimdışı
-
Ileti Sayisi: 18838
- Konu Sayisi 2169
- Alinan Begeni 1959
-
-
- Memleket: Yozgat
FUZÛLÎ VE BÂKÎ
Linklerin Görülmesine Izin VerilmiyorLinki Görebilmek Için Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
veya Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Resimlerin Görüntülenmesine Izin VerilmiyorResimleri Görebilmek Için Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
veya Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Fuzûlî ile Bâkî, iki kutup gibi karşılaşırlar. Aralarındaki konuşma yaşadıkları devri aşar, hatta Tanzimat'a ve bugüne kadar gelir. Bu, bütün tarih hesaplarının dışında sanat dünyasının ritmini yapan iki ayrı anlayıştır.
Fuzûlî şiiri sadece kalbe ait bir macera telâkki eder ve ıztırabı şâir için yaşanacak tek iklim gibi görür. (Bunu Farsça Divanı'nın mukaddimesinde söyler, fakat aynı mukaddimede tabiatının daha ziyade kaside ve muamma yazmağa müsait olduğundan da bahseder.) Onda her şey kendiliğinden "ben"in etrafında toplanır ve oradan hareket ederek dünyasını yakalar. Dil, Fuzûlî'de her şeyden evvel bir yaratma işinin başlangıcı olan teessürînin vasıtasıdır.
Bâkî'de ise, kurucu unsurlarıyle Fuzûlî'ninkinden hiç de farklı olmayan bu iç alem, kendisini aşan bir nizama bağlı gibidir. Onun arasından, onun icaplarıyle konuşur. Dil, bu yüzden daha ziyade dış âlemin malıdır; onu kurmakla işe başlar ve biz yarattığı dünyanın arasından onu alıs şekliyle, yahut ona verdiği şekille Bâkî'nin kendisinde buluruz. Eninde sonunda aynı dilin, aynı medeniyetin ve aynı asrın -yirmi, yirmi beş yıllık bir farkla - iki insanı olan ve zaruretiyle birbirine çok benzeyen, biri öbürüne az çok tesir etmiş, yahut muhteva ve şekil itibariyle bir yığın şey telkin etmiş iki şâir arasında bu kadar ayırıcı bir kıyas kullanmaktan çekinmesek, bu ayrılığı bir Dionysos - Apollon karşılaşması gibi gösterirdik.
Filhakika Fuzûlî'de ıztırapla ve insan kaderiyle doğrudan doğruya temas ederiz. O eski şiirin lûgatını ve modalarını kendi hayatının meseleleri için benimsemiştir. Bunda ne kadar samimidir? Bunu bilmiyoruz. Ve doğrusu istenirsc bu suali sormağa fazla hakkımız yoktur. O bize muayyen bir çehre ile hatta bir çeşit şahsi masalla gelmek istemiştir. Ve bir yığın tezada rağmen bugüne kadar bu masalı tutmuştur. Bu demektir ki, bu eserde ikinci makalemizde bahsettiğimiz irade tarafı ne kadar galip olursa olsun, onu tutan birtakım büyük psikolojik esaslar vardır.
Vakıâ bazı şiirlerinde o da eğlenmeye çalışır, neş'eli görünmek ister, çapkınca mazmunlar, şarkılar yapar. Hatta eserinde ten hazIarına bir çeşit açılış dahi vardır. Unutmamalı ki, Nedim'den evvel Hamamiye yazan -"Hamam" redifli gazel - odur. Ve bu küçük şiir bir tarafıyle bütün bir sensualite olduğu gibi, saydığı teferruatla ve kurduğu hava ile de çok cazip şekilde tasvirîdir. Daha doğrusunu isterseniz, Şark minyatüründen Garp resmine geçmiş denecek buğulu sıcak hava, çıplak ten ve hazdır. (Zaten bazı sensuel çığlıklarda, mahalli hayat tasvirinde Nedim'in asıl başlangıcı odur, denebilir. Tabii aradaki büyük farkı gözetmek şartıyle. Çünkü Nedim çok başka bir âlemdir).
Fakat bütün bunlar eski şiirin kendisinde bulunan, hiç olmazsa bizde asıl Necatî ile başlayan bir ikiliğin neticesidir. (Hamam şiiri ayrıca anlatılmaya muhtaçtır). Bu ikiliğin Fuzûlî'de ağır basan tarafı şüphesiz ki, ıztıraba bakan tarafıdır. Orada Fuzûlî bütün oyunlarına rağmen ölçüsüzdür.
Daha birinci makalemizde onda ıztırap hazzından başka bir hazza rastlanmadığını söyledik. Fakat ıztıraba kendisini nasıl verir, nasıl sadece onda kendisini bulur, nasıl kuvvetle şikayet eder. Divan'ında satırların arasında her lâhza bir çeşit Laokoon gibi çığlıkla açılmış ağzını ve gerilmiş adalelerini görmemek kabil değildir.
Bâkî ise onun tam zıttıdır. Hayatın cilveleri karşısında çok sakin ve ölçülüdür. Rinddir, hazperverdir, dünya nimetlerinden hiç birini kaçırmak istemez, fakat hiç birine de lüzumundan fazla kendini kaptırmaz. O, tam manasıyle bir "grand seigneur" yahut bizdeki karşılığı ile eski Osmanlı büyüğüdür. İhtirasın yerine güzellik dediğimiz mucizeyi tatmaktan başka birşey olmayan bir bağlanma, ıztırabın yerine hafif ve iyi ayarlanmış, her lahza kendisini geçen ve hepimizi birden ifade eden bir hüzün ona yeter. Biraz da naza benzeyen ve daha çok bir iyileşme
sıtması gibi bizi yaşadığımız ana bağlayan bu ölçülü hüzün, denebilir ki Bâkî'nin asıl hareket noktasıdrr. Belki o, insan kaderini olduğu gibi kabul ettiği için onu kendi içinde yenenlerdendir. Din bile bu iki şâirde ayrı çehrelerle karşımıza çıkar. Sünnî veya Şii Fuzûlî alabildiğine dindardır. Divanı her minareden başka bir kasidenin okunduğu Arabistan ramazan geceleri gibi naat ve tevhit sesleriyle çınlar. Elleri her lâhza duadadır. Aşk veya sevgili bile ona bir çeşit ulûhiyet gibi görünür.
Tercüme şeklinde olsa dahi türkçenin en güzel siyer kitabını yazan (hem ne dille ve her kelimenin karşılığını arayarak, bulamadığını anlatarak. Mevâhib-i ledünniye'yi her okuyuşumda Bâkî'nin niçin bir lûgat yazmadığını kendi kendime sorarım) Bâkî'de ise doğru dürüst dindar tek bir manzumeye rastlanmaz. Din, bu kazaskerin Divan'ına cemiyetin hayatını tayin ettiği derecede girer. Niçin söylemeyelim ki, bu din adamı, şiirinde zannettiğimizden fazla laiktir ve içtimaidir.
Bu ayrılığın en derinleştiği noktalardan biri de, iki şâirin ölüm karşısındaki tavırlarıdır. Fuzûlî'de ölüm, bir gölge yahut hayat orkestrasının asıl aksisadası gibi şiirin peşi sıra yürür. Ölümü ister mi? Sever mi? Şüphesiz ki hayır. Fuzûlî hissiliği hiç bir zaman ölümü istemek derecesine götürmemiştir. Ne de onda mutlak sükûnu aramıştır. Zaten (Üstühan-ı kellem içre tutsa akrepler vatan) diyen şâir için böyle bir temenni düşünülemez. Fakat onu unutamaz da. Tıpkı eski ölümün zaferi tabloları gibi o, orada, şiirin arkasındadır. Her lâhza şiirinin aynasını onun nefesi bulandırır. Günlerinin kadehinde asıl çalkanan odur. Bütün o çığlıklar, o dualar, sevme ve tapınma hisleri, arzular ve oyunlar çok def'a bu ifritin kendi üstüne dönüşlerinden, şekil değiştirmelerinden doğar. Zaten bu oyunların bir kısmı onu kendinden uzaklaştırmak içindir.
Bir bakıma Bâkî ölümle daha çok meşguldür. Fakat çok başka şekilde. Bâkî için ölüm, XIX uncu asrın o mutlakçı sanatkârları gibi, eserinin ve kendisinin tam anlaşılacağı insan hafızasının mısralarının panltısına boğulacağı ebediyetin kendisidir. Bu noktada şüphesiz Bâkî yalnız değildir. Müslüman şark şiiri sanatın ebediyetine inanmıştır. Fakat : Minnet Hudâya devlet-i dünya fenâ bulur Bâkî kalur sahife-i âlemde adımız
diyen, kendisini hayatın cilveleri karşısında ölümle, ebediyetle teselli eden şâir, oyuna başka türlü girer. Hatta sadece sesine sindirdiği hüzünle Bâkî (Sebt'est ber ceride-i alem devam-ı mâ) mısraıyle kendisinden evvel aynı şeyi söyleyen Hafız'dan bile ayrılır, denebilir. Yahya Kemal'in bu beytin bulunduğu gazele yaptığı emsalsiz taştiri okurken, bu iki şâirin bu kadar mükemmel kaynaşması beni çok düşündürdü. Ve nihayet bunun sadece Çaldıran şehnâmecisinin şüphe götürmez ustalığından gelmediğini, Bâkî'nin gazelinde ve dünyaya bakışında çok modern bir tarafın da bulunduğunu anladım. Âşikâr ki, Bâkî insanlara ve insan hâfızasına inanıyor ve asıl hayatının hâfızalardaki hayatı olacağını biliyordu.
Bunun dışında vazifesini yapmış insanın sakin bekleyişi vardır. Fakat Bâkî bununla da kalmaz, zaferi olacağını telâkki ettiği bu hadiseyi bazen merakla beklediği olur. Hatta kendi cenaze merasimini kendisi hazırlar : Kadrini seng-i musallada bilüp ey Bâkî Gelüp el bağlayalar karşına yârân saf saf Doğrusu istenirse, bu beyitte, şikayeti geçen büyük bir şey vardır. Bunu ancak kendi etrafıyle tam kaynaşmış, Mallarme'nin tabiriyle tam "kabile" nin adamı olduğuna inanmış bir insan söyleyebilirdi. Eskilerin çok sevdiği hikmet tarzında bir şaheser olan: Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş mısraı da az çok böyledir. Bu mısraı her tekrarlayışımda bana Bâkî, uzakta, bilmediğim bir yerde, ışıkların ve gölgelerin beraberce kaynaştığı bir mücerret alemde, yüzünü dünyamıza iyice uzatmış bir aksisada tanrısı imişcesine kendi sesinin akislerini dinliyor gibi gelir. Bâkî ölüme değil, sanata inanıyordu.
Fakat bu iki şâirde dünyalarını yapan lûgatın kendisi de ayrıdır. Bâkî Divanı baştan aşağı kıymetli madenler ve sanat eşyası ile doludur. Sanki kasıdelerini sunduğu hükümdarın asıl hazinelerine sahip olan oymuş gibi, durmadan ortalığı parıltıya boğar. Burada bugün için tatsız bir imajın arasından altın kabzalı ve mücevher kakmalı bir kılıç fırlar, biraz ötede bir kalkan küçük bir güneş gibi parlar, murassa çerçeveli aynalar, içlerindeki güzellerle ufkumuzu derinleştirir, murassa kadehler, ipekli kumaşlar, ham, işlenmiş madenler, taşlar, birbirleriyle yarışa girerler. Bu hakiki bir renk ve ışık cümbüşü, hatta israfıdır. Mevsimler bile bu şiire
eski Mısır hazinelerini getiren donanma gemileri veya ganimet kervanları gibi kıymetli şeylerle yüklü gelir. Bu sadece eski şiirin hayal dünyasında bir kelimenin tuttuğu yer dolayısıyle değildir. Bâkî, renkliyi, parıltılıyı ve kıymetli olanı sever. Onun hiç bir riyazeti yoktur. Düşünün ki, ağaçlar içinde en sevdiği, kendi başına bir sefahat olan erguvandır. Bâkî sadece bu ağacı sevmekle kalmaz, sevgilisini erguvani elbiselerle bile giydirir. (Belki erguvan o devirde gelmiş veya çok muhtemel ki yeniden moda olınuştu. Devir bahçe zevkine düşkündür. Yahya Efendi gibi evliya tanılan bir zat bile, vaktini bahçe tanzimi ile geçirir).
Fuzûlî'de bu cümbüş ve israfın izini bulamayız. Hatta Bâkî'nin kullandığı bütün o parlak madenler, taşlar, çok def'a Fuzûlî'de kısılmış bir lamba gibi renk ve parıltılarını bile kaybeder. Çünkü onun lûgatı fakirlik ve ıztırabın etrafında döner ve aynası yalnızlığın aynasıdır. Mihnet, gam, kanaat, uzlet, gözyaşı, hicran, yoksulluk...
Şikayetlerine bakıp da bu lûgatı Fuzûlî'ye sadece talihin cebrettiğini zannetmeyin. Bütün bu riyazet ve takva terbiyesi onu ister. Fuzûlî kendisini bütün dünya nimetlerinden sıyrılmış, yarı çıplak, her şeyden mahrum, şarkın o ezeli padişah - dilenci (yahut derviş) karşılaşmasının tam öbür ucunda bulunca hakiki çehresini aldığını zanneder. Bunun için de durmadan soyunur, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi durmadan bir şeyler atar ve attıkça başı yukarıya doğru yükselir. Tecridin tam zirvesinde, başı bulutlardadır.
Fakîr-i pâdişah-âsâ gedâ-yı muhteşemem Garip bir i'tisaf mistiği içinde gelecek şöhretini bile reddeder. Kendisi için (fâni-i mutlak) tabirini kullanması kadar mânâlı ne olabilir? Mutlak şekilde fânilik insanın adının bile unutulmasını ister. Halbuki Fuzûlî bu şiir adını bulmak için ne kadar uğraştığını, ne ince hesaplarla onu seçtiğini Farisî Divanı'nın mukaddimesinde uzun uzun anlatmıştır. Şüphesiz bütün bunlar biraz edebi moda, biraz hususi estetik hatta dışarıdan, bilhassa tasavvuftan gelme terbiyedir. Fakat bir terbiyenin bu kadar derinden insanı kavraması, bir şâirin kendi masalına bu kadar inanması için ortaya başka âmillerin girmesi icap eder.
AHMET HAMDİ TANPINAR (Cumhuriyet, 17 Nisan 1957)
|
Kayıtlı
Linklerin Görülmesine Izin VerilmiyorLinki Görebilmek Için Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
veya Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Resimlerin Görüntülenmesine Izin VerilmiyorResimleri Görebilmek Için Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
veya Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Resimlerin Görüntülenmesine Izin VerilmiyorResimleri Görebilmek Için Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
veya Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
ya da Linklerin Görülmesine Izin Verilmiyor
Etiketler:
|